Evde Değil, Sosyal Medyanın Yankı Odalarında Hapis Kalmak Yoruyor

“Sosyal medya kabarcığı diye bir kavram var” diyor konuk yazarımız Berna Yalaz. “Biz ekranlarımızın başında bir yerlere tıklarken süzgeç ve algoritmalar çalışarak bizim neyi ve kimi sevdiğimizi buluyor, karşımıza o içerikleri çıkarıyor, düşünce evrenimizi daraltıyor. Sosyal medyanın yankı odalarında hep kendi sesimizi duyuyor, neyi bilmediğimizi dahi fark etmiyoruz. İşin kötüsü, bunca malumat çöplüğü içinde çok vakit harcadığımızdan bilmediğimiz bir şey kalmadığını düşünüyoruz.”

Turgenyev, Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü isimli eserinde, yaklaşmakta olan ölümü “Yaşam geri çekiliyordu” diye tarif ediyordu. Yaşamının son günlerindeki adam “tamahkâr bir dikkatle” etrafındaki her şeye gözlerini dikip bakıyor, seyretmeye doyamıyordu. Onun için artık her şey, iki kat daha değerliydi.

Bu hikayeyi aylar önce okumuştum. Ortalıkta ne salgın, ne de salgının getirdiği kasvetli hava vardı. Oysa bugünlerde koşullar epey değişti. Yaşam kimilerimiz için durdu, kimilerimiz içinse geri çekiliyor. Evlerimize kapandık, kitle iletişim araçlarının süzgecinden geçirip sunduğu haberleri ve bilgileri takip ediyoruz.

Her birimizin en yoğun kullandığı iletişim kanalı ise sosyal medya. Akıllı telefonlarımız ve sosyal medya ile olan dijital göbek bağımız bizi o denli büyük malumat yığınları arasına çekiyor ki zihnimizi üretken bir faaliyete odaklayamıyoruz.  Zaten nasıl odaklanabiliriz ki? Adeta bir distopya senaryosunun tam ortasındayız. Tuhaf değil mi? Modernleşme sonrası hayat ironik biçimde bizi birbirimize benzetti.

Her birey için ayrı bir gelecek hala mümkün mü acaba?

Doğuştan Gelen Bilgi Arama Dürtümüzün Peşinde 

Birçok duyguyu bir arada yaşıyoruz. Kaygı, korku, özlem, merak, hayret… Elimizden hiç düşürmediğimiz telefonlarımızın ekranından okuduğumuz haberler bizi bir duygudan diğerine hızla sürüklüyor. Sosyal medya, toplumumuzun yeni sinir sistemi haline geldi. Geçmiş zamanlardaki yolların inşasından veya malların taşınmasından çok daha kuvvetli bir nüfuza sahip. Elimizde telefon, sürekli bir bilgi arayışı içindeyiz.

Gazzaley ve Rosen, Dağınık Zihin kitaplarında yeni bir hipotez üzerinde duruyor: “Dikkatimizi dağıtan davranışlarda bulunuyoruz, çünkü bizler sadece doğuştan gelen bilgi arama dürtümüzü tatmin etmek için en uygun ya da optimal davranışları sergiliyoruz. Kritik bir etken olan yüksek teknolojiye dayalı çağdaş dünyamızın mevcut koşulları, bu içgüdüsel dürtüyü beslememiz için bize daha fazla erişim fırsatı sunarak bu davranış tarzını sürekli kılıyor. Ayrıca can sıkıntısı ve kaygı gibi dahili faktörler de buna yardımcı oluyor.”

Yazarlar, bu hipotezi evrim biyoloğu Eric Charnov’un Marjinal Değerler Teoremi (MDT) olarak bilinen ‘Optimal Arama Teorisi’ ile açıklıyor. MDT, parçalı alanlarda yiyecek arayan hayvanların davranışlarını formüle etmek için geliştirilmiş bir model. Bu modelde hayvan bir kaynaktaki yiyeceği tükettikten sonra, yiyecek olmayan ara bölgeden geçerek yeni bir yiyecek kaynağına ulaşır. Bu süreçte hayvan için önemli olan, mevcut kaynağı en elverişli şekilde kullanması ve yeni kaynak için ne zaman yola çıkması gerektiğini bilmesidir. Mesela bir sincap için, beslendiği meşe ağacındaki palamutların sayısının azalması, sincaba daha az fayda ve daha çok maliyet getirir. Uygun bir zamanda yeni kaynağa doğru yola çıkmalıdır.

Araştırmacılar bu durumu bizim internetteki bilgi arayışımıza benzetiyor. Tıpkı bir kaynakta uygun süre kaldıktan sonra yemek arayışı ve kaygıyla başka bir kaynağa doğru yola çıkan sincap gibi, bizler de teknolojinin erişilebilir kıldığı tüm bu kaynaklarda bilgi arayışı içindeyiz ve tıpkı sincap gibi uygun noktada başka bir kaynağa yöneliyoruz. E-postalarımızı kontrol ederken ilk beş on tanesine bakıp çıkıyoruz. Instagram’a girip şöyle bir dolanıp çıkıyoruz. Bir bilgi adacığından diğerine seke seke dolaşıyoruz, ta ki sıkılana ya da oradan daha fazla işimize yarar bir şey toplayamayacağımıza ikna olana kadar.

Sosyal Medya Kabarcıklarına Hapsolmak

Peki bu kötü mü? Eğer özgürce geziniyor olsaydık, ya da önümüze gelen bilgiler algoritmaların öne çıkardığı bilgiler olmasaydı kötü olmayabilirdi. Oysa her hareketimizde bıraktığımız dijital ayak izleri algoritmalar tarafından işleniyor.Biz de aslında hep görmeye aşina olduğumuz, hatta belki görmek istediğimiz şeyleri görüyoruz.

“Sosyal medya kabarcığı” diye bir kavram var. Biz ekranlarımızın başında bir yerlere tıklarken süzgeç ve algoritmalar çalışarak bizim neyi ve kimi sevdiğimizi buluyor, karşımıza o içerikleri çıkarıyor. Biz ekranın arkasını görmüyoruz ama onlar bizi görüyor. Her tıklayışta hakkımızda bilgi toplanıyor, bu kişiselleştirilmiş bilgi daha sonra bize sunulacak olan şeyi belirliyor. Biz gözümüzün önüne gelen şeyin zaten orada olması gereken şey olduğunu düşünüyoruz belki, ama o aslında süzgeçten geçirilmiş bilgi. Bu da zihnimizi bir balonun içine hapsediyor. Bir süre sonra bize benzeyen, bizim gibi düşünen insanlar karşımıza daha çok çıkmaya başlıyor. Bizim düşüncelerimize benzeyen düşüncelerle daha fazla haşır neşir oluyoruz.

Sonuçta evrenimiz büzüşüyor, küçülüyor. Sosyal medyada gezerken edindiğimiz malumat kırıntılarını tüm dünyada olan bitenle özdeş tuttuğumuz için büyük heyecanlar veya hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Farklı bakış açılarını ve yorumları görmek, bu sosyal medya kabarcıkları yüzünden zorlaşıyor.

İnsanın dünyaya baktığında kendisini teyit edecek kanıtlar araması beklenen bir eğilim. Eli Pariser’ın deyişiyle kişiselleştirme süzgeçleri bir tür görünmez otopropaganda sunuyor bize. Kendi fikirlerimizi bize zerk ediyor, bilinmeyenin karanlık bölgesini keşfetme konusunda bizi ürkekleştiriyor.

İşin kötüsü, bunca malumat çöplüğü içinde çok vakit harcadığımızdan bilmediğimiz bir şey kalmadığını düşünüyoruz. Oysa bilgi boşluğunun tetiklediği merak olmadan üretken fikir çıkmaz. Sosyal medyanın yankı odalarında hep kendi sesimizi duyuyor, neyi bilmediğimizi dahi fark etmiyoruz. Algoritmalar düşünce evrenimizi daraltıyor.

Aynı kelimeyi arama motoruna yazan iki insanın karşısında bambaşka sayfalar çıkıyor ve her birimiz, gerçeğin sadece bize gösterilen cephesiyle tanışmak zorunda kalıyoruz.

Teknoloji Çağında Gerçeği Yalandan Ayırmak Zorlaşıyor

Tüm bunlara bugünlerde içinde bulunduğumuz olağanüstü şartlar ve ruh hali de eklenince, sosyal medyanın yankı odalarında adeta hapsoluyoruz. Kendi dünya görüşümüze uyan yalanları kabullenmemiz her zaman daha kolaydır. Bu yalanları ortadan kaldırmak onların gücünü azaltmaz, çünkü önceden var olan inanç ve ön yargılarımız çerçevesinden bunlara bakarız. Bu yalanları ortaya çıkartmak onların etkisini azaltmaz, çünkü geçmişten gelen inanç ve ön yargılarımıza dayanarak kanıtları değerlendiririz.

Eğer sizin çerçevenize uymayan bir kanıt gelirse ona ya dikkat etmezsiniz, ya da onu ihmal edersiniz. Son bir ihtimal, onun tarafından tehdit edildiğinizi hissedersiniz.

Yanlış inançları düzeltmede kanıta dayalı bilgi çok etkili olmayabiliyor. Ortamda yaygın olarak dolaşan bilgi bazen en doğru bilgi değildir. Duygusal eğilimler ve inançlarımız doğrultusunda kendi gerçeklerimizi üretiyor ve bu gerçeklerle çelişen bilgileri görmezden geliyoruz. İnanmak istediğimiz şeyleri gördüğümüz zaman hızla bunları sosyal medya üzerinden paylaşıyor, büyük bir bilgi kirliliği yaratabiliyoruz. Üstelik teknoloji aracılığıyla yalan söylemek ve bu yalanı yaymak oldukça kolaylaştı.

Sosyal medyada, özellikle de sürekli bir bilgi arayışı içinde olduğumuz bu kriz dönemlerinde kandırmak ve kandırılmak her zamankinden daha kolay. Bir yalan haber ışık hızıyla tüm dünyaya yayılabiliyor. Toplum olarak hakikati yalandan ayırmak giderek zorlaşıyor. Üstelik, bir yalan haberin medyada yayılma hızı, doğru haberin yayılma boyutu ve hızından altı kat daha fazla. Bir de sosyal medya trollerinin provokatif amaçla yaptıkları saldırı ve yarattıkları kargaşa var.

Covid-19 damlacıklarla yayılıyor. Yalan haber, korku ve kaygı da sosyal medya aracılığıyla.  İyi anlatılan bir hikaye, yalan da olsa iş yapıyor. Belki gerçekte hiç var olmayan bir insanın hikayesini okuyup üzülüyor, hayatı sadece bizim gibilerin gözünden görüyoruz.

Zor zamanlardan geçiyoruz. İnsan bağ kuran, ilişki arayan bir varlık. Duygusal ve bilişsel sistemimiz yalnızlık ya da duygusal açlık durumlarında alarm verir. Aşina olmadığımız durumlar stres seviyemizi yükseltir. Böyle zamanlarda anlam duygumuza sıkı sıkı tutunmalıyız. Kendimize biraz düşünme zamanı verelim. Çünkü sıkıntının en derin kökleri uyaran yokluğunda değil, anlam yoksunluğunda yatıyor.

“Ev Düş Göreni Korur, Huzur Verir”

Bilgiden anlama giden yol çokça çaba ister. Ölüm kampından kurtulan psikiyatrist Viktor Frankl, “yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her ‘nasıl’a katlanır” diye yazmıştı. Sosyal medyaya değil, hayata ve birbirimize bağlanalım. Evde kalalım. Sükunetle ve üretken bir biçimde yaşamımıza devam edelim. Mekânın Poetikası’nda ev üzerine fenomonolojik gözlemlerini yazan Filozof Bachelard’a kulak verelim:

“Ev, gündüz düşleri için bir barınaktır. Ev, düş göreni korur, huzur içinde düş görmesine izin verir. Ev bizim dünyadaki köşemiz, ilk evrenimizdir. Ev, gerçek bir kozmostur. Hem beden hem ruhtur ev. İnsan varlığının ilk dünyasıdır. Ev, insan yaşamındaki olumsallıkları savuşturur; süreklilik yönünde verdiği öğütleri çoğaltır.

Evde kalın, sağlıklı kalın.

Referanslar:

Bachelard, G. (2008). Mekânın poetikası. Alp Tümertekin (çev). İthaki.
Gazzaley, A., & Rosen, L. D. (2019). Dağınık zihin: Yüksek teknoloji dünyasında kadim beyinler. Aysun Babacan (çev). Metis.
Pariser, E. (2011). The filter bubble: How the new personalized web is changing what we read and how we think. Penguin.
Sayar, K. & Yalaz, B. (2019). Ağ: Sanal dünyada gerçek kalmak. Kapı

Berna Yalaz Kimdir?

İlk ve ortaokulu Sinop’ta, liseyi Eskişehir Fatih Fen Lisesi’nde tamamladıktan sonra, 1997 yılında ODTÜ Endüstri Mühendisliği’nden mezun oldu. 2017 yılında İstanbul Şehir Üniversitesi Kültürel Çalışmalar alanında yüksek lisansını tamamladı. Yeditepe Üniversitesi Medya Çalışmaları alanında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. Berna Yalaz, Prof. Dr. Kemal Sayar birlikte Sanal Aşk: İnternet Çağında Aşk ve Izdırap (2016) ve Ağ: Sanal Dünyada Gerçek Kalmak (2019) kitaplarının yazarıdır.