Panoptikon “her yeri gören yer” anlamına geliyor. Bir zamanlar karanlık zindanların aksine, mahkumları ışığa boğarak gözlemlemek için kullanılırmış. Peki biz bugün sosyal medyaya olan bağlılığımızla, dev bir panoptikon içinde kendi hücrelerimizi mi aydınlatıyoruz? Sanal Aşk kitabının yazarlarından Berna Yalaz, bu konuyu sorguluyor.
Halka şeklinde bir bina yaptığınızı, ortasına da bir kule yerleştirdiğinizi düşünün. Kulede açılmış olan geniş pencereler halkanın iç cephesine bakıyor. Kulenin çevresinin saran halka şeklindeki bina ise her biri binanın iki tarafına doğru derinlemesine uzanan hücrelerle dolu. Her hücrenin iki ucunda iki pencere var. Pencerelerden biri binanın içindeki kuleye, diğeri binanın dışına bakan kısma açılıyor.
Şimdi merkezdeki kuleye bir gözlemci ve her hücreye de birer kişi kapattığınızı düşünün. Belki bir deli, bir hasta, bir mahkûm, işçi ya da bir öğrenci. Böyle bir yapıda kuleden hücrelere doğru kuvvetli bir ışık yansıttığınızda, hücrelerdeki kişilerin gözlemciyi göremediği, ama gözlemcinin tüm mahkumların siluetlerini görebildiği bir ortam oluşturmuş olursunuz. Zindandaki karanlığın tersine, her biri ışığın tutsakları haline gelir. Üstelik kendilerini gözcünün bakışından koruyabilecek bir karanlığa sahip olmadan, zindandan da beter bir esarettir bu.
İnsanları, rasyonel bir biçimde kendi çıkarlarını izleyen ve faydalarını en yüksek noktaya getirmeye çalışan canlılar olarak gören, “Faydacılık” akımının kurucusu Jeremy Bentham’ın icadı olan panoptikon, o dönemde doktorların, ceza hukukçularının, sanayicilerin, eğitimcilerin tam da aradıkları şeydi: Gözetlemeye dair tüm sorunları çözen, herkesi içine alan ve iktidarı da bunun tam ortasında yerleştiren dahiyane bir mekanizma.
Peki 18. yüzyılda ortaya çıkan bu mekanizma, günümüzün çağdaş yaşam biçiminde farklı bir şekilde ortaya çıkmış ve etrafımızı sarmış olabilir mi?
Çağdaş Dünyada Panoptikon
David Lyon’a göre iktidarın artık elektronik teknolojiler vasıtasıyla ifade bulduğu günümüzdeki değişken ve mobil örgütlenmeler, duvarları ve pencereleri (sanal “güvenlik duvarları” ve “pencereler” hariç) büyük ölçüde gereksiz kılıyor. Gözetim ve kontrol, hapishane şeklinde değil, sanal ortam olarak varlık gösteriyor. Üstelik bu o kadar eğlenceli ki, bu sisteme gönüllü olarak ve büyük bir keyifle dâhil oluyoruz .
Her şeyin izlendiği bir dünyada asıl tehlike ise mahremiyet kaybından çok, sınıflandırma kolaylığı gibi görünüyor. 21. yüzyıl panoptiğinin asıl amacı toplumsal sınıflandırma olarak beliriyor.
Sosyal medya ve gözetim çoğu kez birlikte hareket eder. Sistemin takibine sunduğumuz kişisel verilerimiz, beğenilerimiz, tercihlerimiz ve ilgi alanlarımızla birlikte hep bir sınıflandırmanın da içinde buluruz kendimizi. Facebook’ta “arkadaşlar” Twitter’da “takipçi” gibi farklı isimlendirilse de aslında hizmet ettiği amaç aynıdır.
2050 yılında mülteci kamplarında kalan kişi sayısının 1 milyarı bulacağı tahmin ediliyor. Bu kamplar üzerine uzun yıllar çalışmalar yapmış olan Michel Agier’in söylediği gibi sürgün edileni insanlığın geri kalanından soyutlayan şey, onun nereden geldiği değil, nereye gidemediğidir.
21. yüzyılın gözetim fonksiyonu şüphesiz sosyal medya ile sınırlı değildir. Zygmunt Bauman “Bir Daha Asla Yalnız Olmamak” isimli makalesinde insansız hava araçları (İHA) ve sosyal medyanın akışkan modern dünyada gözetimin yeni biçimlerinden olduğunu söyler. Bize şunu anlatır: Uzay mühendisi Greg Parker, İHA’nın “ortalık yerde saklanmak” için tasarlandığını söylemiştir. Yeni nesil İHA’lar görülmeden her şeyi görürken, adına savaş yürütülen ulusun fertlerinin yaşamlarını riske atmaksızın, görünmez bir savaş sürdürmeyi mümkün kılacaklardır.
Sosyal medyada ise durum biraz daha farklıdır. Mahremiyetten gönüllü bir feragat vardır burada. İHA’lara karşı korunmasızken, sosyal medyadan korunma şansımız vardır. Gerçekte ise artan internet ve sosyal medya kullanım oranlarına bakınca, sistem dışına çıkmanın ne kadar zor olduğu bir kere daha gözler önüne serilir.
Bu noktada, Bauman’ın çarpıcı bir tespitini de hatırlatmak faydalı olacaktır. “Bize söylenen tüm bu cihazların kullanıcı dostu olduğudur. Aslında bu ticari cümle biraz dikkatle incelendiğinde, kullanıcıların emeği olmadan tamamlanamayacak ürünlerin kastedildiği görülür. Bana kalırsa, kullanıcıların coşkulu bağlılığı ve kulakları sağır eden alkışları olmadan bu ürünün tamamlanamayacağını da eklemek gerekir. Étienne de la Boétie çağımızda yaşasaydı, bunun gönüllü kölelik değil, bir tür ‘kendin yap köleliği’ olduğunu söylemeden edemezdi,” diyor Bauman.
Gönüllü Kölelik Çağı
Peki nasıl oluyor da hepimiz gözetimin bu yeni ve yaygın versiyonunun gönüllü köleleri oluyoruz? Mahremiyetten vazgeçip sürekli izlenir olma durumumuzla barışık yaşıyoruz? Hatta bir süre sonra izlenmiyor olma ihtimalinden korkmaya başlıyoruz?
Görünmek, fark edilmek ve beğenilmek kuşkusuz güçlü bir motivasyondur. Sosyal medyada sadece var olmak değil, paylaştığımız resim ve videolarla ne kadar anlamlı bir hayat sürdüğümüzü de ispat etme çabası içerisindeyiz. Tatil fotoğraflarından, sosyal konulardaki paylaşımlarımıza kadar sunduğumuz her içerik kendimiz için seçtiğimiz profilimizin bir parçasını oluşturuyor.
Elbette sosyal medyanın tek dinamiği bu değil. Sosyal medya yeni gözetim modeli olduğu kadar, kullanıcılarına bir pazar olarak da hizmet veriyor. Üstelik bu pazarda kullanıcılar hem malların tanıtımcısı hem de tanıttıkları malın bizatihi kendisidir. Oldukça makul. Çünkü kapitalist ideolojinin nihai hedefi, tüketiciyi de metaya dönüştürerek kendi kuyruğunu ısıran yılan gibi, varlığını daima sürdürebilmektir. Çok hızlı olmak ve rekabetçi olmak pazarın önemli bir kuralıdır. İnce buzda kayarken hız, hayat ve ölüm arasındaki hattı çizer. Facebook ve benzeri siteleri bu denli cazip kılan şeyin ne olduğu ile ilgili çok sayıdaki görüşlere göz atmak bile sistemi işleten psikolojik mekanizmanın ne denli karmaşık olduğunu görmeye yeterli olacaktır.
Akışkan modern zamanda gözetim birçok farklı şekillerde işliyor. Sadece elektronik olarak değil, toplumsal olarak da destekleniyor. Didier Bigo’nun panoptikon yorumunda bahsettiği ban-optikon, “içeride tutmak”tan ziyade “uzak tutmak” amacına hizmet etmektedir. Ban-optikon şöyle işler: Profiller çıkarır, gelecekteki olası davranışlarından korkulan ya da tedbir olsun diye dışarıda bırakılmış insan profillerini ötekileştirilir ve dışlanmayan grupları normalleştirir. İtici gücü, güvenlik kaygısıdır.
Güvenlik siteleri, süpermarketler ve alışveriş merkezlerini kuşatan kapalı devre sistemleri ban-optik cihazların en yaygın örneklerindendir. Bir mülteci kampının sakinlerinden olmak da, insanlığın geri kalanının paylaştığı dünyadan dışlanmak demektir. 2050 yılında mülteci kamplarında kalan kişi sayısının 1 milyarı bulacağı tahmin ediliyor. Bu kamplar üzerine uzun yıllar çalışmalar yapmış olan Michel Agier’in söylediği gibi sürgün edileni insanlığın geri kalanından soyutlayan şey, onun nereden geldiği değil, nereye gidemediğidir. Yani başka herhangi bir yere gitmenin yasaklanması veya pratikte imkânsızlaşmasıdır. Önemli olan ayrı tutulmaktır.
21. yüzyıl akışkan gözetiminin en yaygın gerekçelerinden biri güvenliği sağlamaktır. Güvenlik tehdidinin gerçekliği ve bununla nasıl başa çıkılabileceği ise başlı başına ayrı bir konu. Gittikçe bireyselleşen, atomize olan ve “öteki”nden uzaklaşan yaşamlar süren bireyler olarak korkularımız ve kaygılarımız her geçen gün artıyor. Önceki nesil aile üyelerimize göre fiziksel olarak daha güvenli mekânlarda yaşasak da hiper-kaygılı ve huzursuz halimiz bir kısır döngü biçiminde devam ediyor. Kendimizi güvende hissetmek için yaptığımız her yeni şey, güvensizliğimizi daha da pekiştiriyor.
Panoptikonun mucidi Jeremy Bentham sosyal medyayı ve milyonlarca hevesli kullanıcının bugünkü halini görseydi gözetlemenin nasıl olup da bu kadar cezbedici bir hale geldiğine şaşıracaktı kuşkusuz. Üstelik klasik panoptikonda olduğunun tersine, cezalandırma ya da dışlama ile değil, beğenilme, onaylanma ve ödüllendirilme temel motivasyonlarıyla bireylerin sisteme gönüllü dâhil olmalarına şaşıracaktı.
Foucault da panoptikonun herkesi içine alması ile ilgili yaptığı yorumu tekrar edecekti mutlaka: “Bu fikirde asıl şeytani olan budur!”
Berna Yalaz Kimdir?
İlk ve ortaokulu Sinop’ta, liseyi Eskişehir Fatih Fen Lisesi’nde tamamladıktan sonra, 1997 yılında ODTÜ Endüstri Mühendisliği’nden mezun oldu. 1997-2014 yılları arasında Philips’te Marka ve Kurumsal İletişim Direktörü olarak çalıştı. 2014’ten bu yana Kültürel Çalışmalar ve Medya Çalışmaları alanında yüksek lisans ve doktora çalışmalarını sürdürmektedir.
Merhaba sosyal medya mahremiyeti ile ilgili bir araştırma yaparken yazınızı okudum .Harika bi yazıydı emeğinize sağlık.
çok faydalı bir yazı olmuş emeğinize sağlık