Oxford Sözlüğü 2025 yılının kelimesini “rage bait” olarak seçtiğini görünce neden bu kadar gecikti diye düşündüm. Sosyal medya, büyük veri ve algoritmalar üzerinden dönen dijital dünyada tüm bu dinamikleri tam gaz çalıştıran motorun temel yakıtının “insan psikolojisi” olduğu uzun zamandır biliniyor. Berna Yalaz’ın yazısı.

“Rage bait”, “öfke yemi”, “öfke tuzağı” gibi dilimize çevrilse de daha çok kışkırtıcı, provoke edici doğasıyla, etkileşimi tetikleyen dijital içerikleri ifade ediyor.
Dijital medyayla kurduğumuz ilişki tek bir açıdan değerlendirilemeyecek kadar karmaşık. Psikolojik, ekonomik ve sosyolojik açıdan bütünüyle ele alınıp değerlendirilmesi gereken bir olgu. Yaptığımız her bir hareket, dijital iz, bir veri noktası oluşturuyor. Bu veriler kişiliğimizi, psikolojik profilimizi tanımlıyor. Geriye duygusal nabzımızı ölçüp, ona göre şerbet vermek kalıyor.
Donald Trump ve Hillary Clinton’ın yarıştığı 2016 Amerika seçimlerindeki Cambridge Analytica skandalını hatırlayın. 50 milyon Facebook kullanıcısının verileri psikolojik profilleme için kullanılmıştı. Beğenilerden, durum güncellemelerine ve kişisel bilgilere kadar her detay taranmış, büyük bir veri stoğu elde edilmişti.
Şirket bu verileri “ikna edilebilirler”in tercihlerini istenilen yönde etkileyecek “kişiselleştirilmiş” içerik ve reklamları göstermek için kullanmıştı. Oluşturulan kişiselleştirilmiş içerikler dört bir koldan hedefe gönderiliyordu. Üstelik ağırlıklı olarak hedeflenen duygu öfke ya da korkuydu.

Korkutarak ya da öfkelendirerek seçmen davranışını etkilemeye yönelik bir kampanya yürütülmüştü. “Silah kadar etkili bir iletişim taktiği!” demişti şirketin üst düzey yöneticilerinden biri. Meksika göçmeni bir seçmene Facebook reklamıyla iletilen mesaj, “daha fazla göçmen gelirse işini kaybedeceği” yönündeyken; Trump’a oy vermeyeceğini düşündükleri seçmenlere ise Clinton hakkında hoşlarına gitmeyecek şeyler göstererek onların sandığa gitmelerini engelliyorlardı.
Seçmenler, farkında olmadan, kişisel profillerine uygun olan propaganda ve siyasi reklamlarla manipüle ediliyorlardı. Tam bir tasarım mühendisliği.
Byung-Chul Han, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri kitabında dijital medyanın yönlendirici doğasını şöyle açıklar: “Bugün dijital psikopolitika çağına doğru gidiyoruz. Bu siyaset pasif gözetmeden aktif yönlendirmeye doğru ilerliyor. Bu da bizi özgürlüğün yeni bir krizine doğru itiyor. Artık bizzat özgür iradedir budan etkilenen. Büyük veri, toplumsal iletişim dinamiklerine ilişkin kapsamlı bilgi edinmeye olanak sağlayan çok etkili bir psikopolitik bir araçtır. Bu bilgi insan ruhuna nüfuz etme ve onu düşünce öncesi düzeyde etkilemeyi mümkün kılan bir iktidar bilgisidir.”
Peki bu nasıl oluyor? Sosyal medyanın mimarisi doğru ya da yanlış konusundaki hislerimizi sömürüyor ve öfkelenmekte haklı olduğumuz durumlar oluştuğunda bu duygumuzu ifade etmekten keyif alıyoruz. Sosyal medyadaki bilgi akışını sağlayan algoritmalar, kullanıcıların dikkatini olabildiğince canlı tutarak reklam gelirlerini maksimize etmeye odaklanmış. Çünkü sosyal medya kanallarının birinci önceliği, sizi orada tutmak.

Dikkat Tacirleri kitabının yazarı Hukuk profesörü Tim Wu, bir iş modeli olarak son derece kârlı görünen bu durumu “Dikkat Hasatı” diye adlandırıyor. Peki çevrimiçi mecralarda karşımıza çıkan onca reklam arasından gözümüze takılanlar, dikkatimizi çekenler hangileri?
Araştırmacılara göre birincil etken “duygusal uyarılma.” New York Times’ın 7 bin makalesi incelenerek yapılmış bir araştırmaya göre insanlar, kendilerini duygusal olarak uyaran yazıları başkalarıyla paylaşıyorlar. Doğru ya da yanlış bulduğumuz, gurur ya da öfke duyduğumuz haberleri sosyal ağımızda daha çok paylaşıyoruz. Politik konulardaki tweet’ler ise utanç, inanç, ceza, şeytani, savaş gibi ahlaki ve duygusal sözcükler içerdiğinde daha çok paylaşılıyor. Bu araştırma aynı zamanda politik tweet’lerin daha çok benzer ideolojiyi taşıyanlar arasında paylaşıldığını göstererek yankı odalarında yaşadığımızı da doğruluyor.
Fakat sosyal medyadaki provokatif içeriklere sürekli tepki göstermek bir süre sonra bize iki şey yapabilir: Öfke yorgunu olabiliriz ya da tepki vermeyi bir çeşit rutin alışkanlığa dönüştürebiliriz. Sinirlenmeyiz ya da öfkelenmeyiz, ama öyleymiş gibi paylaşımlar yaparız. Mahalle baskısının tabir caizse “kralı” sosyal medyadadır. Herkes kendi sığınaklarına çekilir ve kendisi gibi düşünenlerin fikirleriyle giderek daha da keskinleşir. Karşı mahallenin veya farklı olanın sesi işitilmez olur.
Sığınak (bunker) zihniyetinin ele geçirdiği insanlar şöyle düşünür: “Bizim dışımızdaki herkes kötü, onlar çok güçlü ve bize zarar vermek istiyor. Sadece biz hakikatin tarafındayız. Kaybetsek de haklı olan biziz. Biz masum kurbanlarız…”

Dünyaya karşı biz. Bir sosyal kimlik, kuvvetli bir grup aidiyeti sağlar bu zihniyet. Olan biteni bize açıklayacak basit ama işe yarar bir formül, kendi kabahatlerimizi görmezden gelmek için bir bahane sağlar. Bu zihniyete teslim olduğumuzda, işimize gelmeyen gerçekleri hasıraltı etmeye başlarız.
Peki sosyal medyanın böyle kolektif bir “kendini imha” aracına dönüşmesi nasıl engellenir? Ya da sosyal medya şirketlerinin birbirimizle daha sağlıklı bir iletişim kurmamızı geliştirmek adına ahlaki bir zorunlulukları var mı?
Kolay bir çözüm yok çünkü dijital medya bir yandan öfkenin dışa vurumunu tetiklerken diğer yandan da bunun kişisel maliyetini düşürüp, faydasını büyütüyor. Bu önemli bir çelişki ve kolay çözüleceğe de benzemiyor.
Dijital medya, kapitalizm için de mükemmel bir ortak. Kapitalist sistem, “tüketici”ye evrilen bireyi daha fazla tüketim için nasıl yönlendireceği konusunda yeterince bilimsel araştırma yaptırmış, formül geliştirmiş ve yol haritaları hazırlamıştır. Tıpkı bizim gibi, dikkatimiz de alınıp satılabilir bir ticari ürüne dönüş(türül)müştür.

Dijital ayak izlerimizi okuyan algoritmalar “dikkatimizi” kendileri için kazanca dönüştürmek amacıyla kıyasıya rekabet ederler. Her satıcının bizden istediği ilk şey “dikkatimiz” değil midir zaten? Temel olarak aynı mekanizmalar işletilecektir: İnsan psikolojisi, dürtüler, bağımlılıklar, suistimal, duygusal tepkiler… Sosyal medya bir pazar yeri. Bizler de hem ürün hem tüketiciyiz. İşler iyi gitsin diye ölçülen şey de duygusal nabzımız.
Üzüntü, stres, hayal kırıklığı gibi negatif duyguların etkisi altındayken bu pazarda daha kolay hedef oluruz çünkü uzun süreli stres ve kaygı, mantığımızı yoğun bir sisle perdeleyebilir. Uzun vadede ulaşacağımız doğru ve etkili hedefler yerine, kendimizi iyi hissettirecek kısa vadeli davranışlara yönelebiliriz.
Sonuç olarak duygusal ihtiyaçlarımız, kişisel tercihlerimiz, sosyal medya platformlarında ticari bir değere dönüşür. Kaygı, mutsuzluk, boşluk hissi gibi duygu durumlarımız sosyal medya şirketleri ve reklam-pazarlama sektörlerince kolayca istismar edilir.
Psikolojiyi rakamlara çevirmek sosyal medyanın en iyi yaptığı şey.
Kaynaklar:
Han, B. C. (2019). Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri. Haluk Barışcan (çev). Metis.
Koenig, S. (2018). How-social-media-exploits-our-moral-emotions. Alıntı tarihi: 5 Temmuz 2019, http://nautil.us/blog/how-social-media-exploits-our-moral-emotions.
Sayar,K., Yalaz, B. (2019) Ağ: Sanal dünyada gerçek kalmak. Kapı Yayınları.
Wu, T. (2017). Dikkat tacirleri. Başak Karal (çev). The Kitap
Berna Yalaz Kimdir?
İlk ve ortaokulu Sinop’ta, liseyi Eskişehir Fatih Fen Lisesi’nde tamamladıktan sonra, 1997 yılında ODTÜ Endüstri Mühendisliği’nden mezun oldu. 2017 yılında İstanbul Şehir Üniversitesi Kültürel Çalışmalar alanında yüksek lisansını tamamladı. Yeditepe Üniversitesi Medya Çalışmaları alanında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. Berna Yalaz, Prof. Dr. Kemal Sayar birlikte Sanal Aşk: İnternet Çağında Aşk ve Izdırap (2016) ve Ağ: Sanal Dünyada Gerçek Kalmak (2019) kitaplarının yazarıdır.



